Simya ile 3000 yıldan fazla bir zamandır ilgilenildiği bilinmektedir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Antik Mısır, Orta Asya, Hindistan ve Çin’de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan’da, Roma İmparatorluğu coğrafyasında ve önemli İslam başkentlerinde de simyaya ilgi duyulmuştur.
Mısırlılar altın, gümüş ve kalay gibi birçok metalle çalışmayı biliyorlardı. Değerli metaller, özellikle altın, eski Mısır eserlerinde görülmektedir. Eski Yunanlılar da kendilerinden öncekiler gibi birçok kimyasal işlemi öğrenmişler ve uygulamışlardır. Ancak bunların yanında Yunan filozoflarının bir diğer çabası da evrenin sonsuz karmaşıklığını az sayıda ana maddeye bağlamak olmuştur. Eski Çin düşüncesinde madde; su, ateş, odun, metal ve toprak olarak beş elementten oluşuyordu.
Hintli düşünürler ise altın, gümüş, bakır gibi maddeleri de element olarak biliyorlardı. Ayrıca metallerin oksitlenerek renk değiştirmelerini bir metalin başka bir metale dönüşümü olarak tanımlıyorlardı.

8. yüzyıl ortalarından 13. yüzyıl ortasına kadar olan beş yüz yıllık dönemde simyanın gelişiminde Batı’nın hiçbir rolü olmamıştır. Bu süreç tamamen İslam bilginlerinin çalışmalarını içerir.
13. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar olan dönem ise Avrupalı simyacıların yeniden doğuş dönemine karşılık gelir. Batı’da üniversitelerin kuruluş tarihleri bu sürecin içindedir.
İslam bilginlerinin simya öğretisinde birçok mineralin belirli bir zamandan sonra olgunlaştıkları kabul ediliyordu. Örneğin tuzlar, şap, vitrioller (sülfat tuzları) ve kükürt bir yılda, metaller birkaç yılda, değerli taşlar ise bir yüzyılda olgunlaşıyorlardı. Tüm metallerin de kükürt ve cıvadan oluştuğuna inanılıyordu.
Ayrıca bakınız:
– Uygarlık nedir, ne demektir?